23 Nisan 2012 Pazartesi

böyle güzel günlerin kıymetini bilmek lazım. dün, güzel gündü. gerçekten. basit, sıradan olması gerektiği gibi ama güzel.
sabahın köründe uyanmak kanıma dokunsa da, pazar sabahı kadıköy iskele güzel oluyomuş. bunu gördüm ya, uyanmaya çalışırken çektiğim acıları süpürdü götürdü. vapur sence de en güzel toplu taşıma aracı değil mi? ve karaköy istanbul'un en güzel yerlerinden biri. tünel 137 yaşındaymış bu arada. daha genç gösteriyo.


gittiğim kursa bir baba kızıyla beraber geliyor. kız büyük sayılmaz. onüç taş çatlasın. adam aslında italyanca biliyormuş bir parça ama kızı için geliyor. kızına destek olmak için, yanında olmak için, onunla paylaşmak için. pazar sabahı uyumayı tercih etmek yerine, erenköy'den tepebaşı'na geliyor. başka zamanlarda başka yerlerde de kızlarına iyi davranan babalara denk geliyorum. kızlarına iyi davranan babalar gördüğümde içime ne oluyor, o içim nasıl oluyor bilmiyorum. ne demişti perihan mağden: "'babasız kızlara çok güveniyorum ben, onlar nasıl çocukken babalarının karşısında kırıtıp sırıtmadılarsa hayata karşı da kırıtıp sırıtacak halleri yoktur." böyle de olmuyor ama perihan. kırıtıp sırıtmayı öğrenemedik de ne oldu, bak yalnız olan biziz.


dün kurs dönüşü yürüdüm biraz istiklal'de. kiliseye gittim. mum yakıp bir sürü olur olmaz şey istedim. aklıma ne gelirse istedim. kilisenin insanı yoğunlaştıran bi durumu var. inandığımdan değil ama sanki orda istersem olacakmış gibi geliyor her defasında. yüksek tavan, mumlar ve loş ışık sanırım bunu hissettiren. gerçi bugüne kadar olduğu görülmedi ama şaşırmayı umuyorum bu sefer. ve bir sonraki seferde. sonra da bir sonrakinde.


insanlarla iletişim kurmanın bir matematiği olduğuna hala inanmak istemiyorum ama ne yazık ki var. kadınsan, özellikle erkeklerle kurulan iletişimde. hayatımın hiçbir döneminde bu dengeyi kuramadım. kaş yaparken göz çıkarma sanırım benimkisi. hemen akabinde de sıçtığını sıvama. düşünüyorum, diğerlerine hak vermeye çalışıyorum ama yüreğime sindiremiyorum bir türlü. dilediğimizi dilediğimiz anda söyleyemeyeceksek toptan susalım o zaman. minik algoritmik hesaplamalarla ve saçma sapan stratejilerle konuşursak nerde kaldı bizim duygularımız. benim seksendisiti kızlarına anlattığımda arasıra adamlarla kurduğum diyalogları, önce dehşete düşmüş sonra da büyük umutsuzluk taşıyan gözlerle bakıyorlar yüzüme. biz bu kıza hiçbir şey öğretemedik bu zamana kadar der gibi. ben sadece söylemek istediğimi söylemek istediğim zamanda söylüyorum aslında. ama burda işler böyle yürümez ve biz burda yabancıları sevmeyiz. şimdi kasabayı terket.


dün göztepe'de herşeyin ucuz ve olabilecek maksimum kalitesizlikte olduğu kocaman bir züccaciyeye girdim. insan böyle bir yere dolaşmaya giriyorsa gerçekten kafasını boşaltmaya ihtiyacı vardır. kocaman diyorum çünkü gerçekten kocaman. girmişken yılbaşından beri yerinde yeller esen tirbuşonun yerine yenisini koyayım dedim. hepsi birbirinden dandikti ama öyle böyle değil gerçekten dandik. zaten öyle bir yer ki bu dükkan, sen raflar arasında dolaşırken arkadandaki rafın arasından küçük bir çinli sana seslense şaşırmazsın. sonra kendime bir çift türk kahvesi fincanı aldım. çift halinde satılan şeylerin bende yeri ayrı. dünyanın en çirkin ama bir yandan da çirkinliğiyle insanı en etkileyen fincan takımı bu. alabildiğine meydinçayna ve gerçekten retro. yandaki resimde gördüğün sevgililerim işte onlar ve fincanın içindeki abla biraz ürkütücü. uslu bir çocuk olup kahveni bitirmezsen, seni ona veririm. zaten kahve içen çocuklar kararmaz, yalan.



şimdi ayrılıyorum burdan, çünkü çamaşırların yıkandığını haber veren zil çaldı. asmak lazım. sonra tekrar gelirim. bugün çamaşır yıkama günü ve temizlik yapma ve yazma ve dinleme ve kendimi dinlendirme. belki terkettiğim gustav'a bile geri dönerim.


adios querida.