1 Ekim 2012 Pazartesi

gün olur bir adamı çok özlersin. olmadık zamanda aklına gelir. aklından çıksa gitse ya, neden olur olmaz gelir? ah o adam, aramızda bu kadar yol varken nasıl bu kadar kolay gelirsin aklıma?
bazen bir bakarsın aylar geçmiş yıl oluvermiş. yıl olmasa ya bizimkisi. sen yine geliversen ya, görüversen ya. görmüşken utanmadan bir de seviversen ya.
güzelliği zorla oldurtsak. sen öyle olmasan ben böyle olmasam. ne güzel gülmüştük beraberken, yine gülsek iyi olurdu.

göt herif. göt herifler.

bir bakarsın beş ay olmuş, mekana uğramamışsın. öyle ki şifresini bile unutmuşsun hesabın kitabın. sonra üstüne bir şarkı çalmaya başlar, iyice darmadağın olur birşeyler. tam bu haline söverken, gözden yaş aktı akacak, şarjı azalan telefonun "come on baby light my fire" diye haykırır, gülümsersin. ağrısız sancısız olsak daha mı düzgün olurduk. ben iyiyim böyle.


sesim böyle güzel olsa, beni sever miydi?

2 Mayıs 2012 Çarşamba

Iggy Pop and Tom Waits (Coffee and cigarettes)



her izlediğimde diyorum ki, ben bu iki adamla çok uzun bir araba yolculuğuna çıkabilirim. bugün bir kez daha dedim.
bugün bir kere daha "allahım sana şükürler olsun ki çalışıyorum" dedim. (evde olmak eve mahkum olmak can sıkıcı. esra erol'da evlen benimle'nin mistik bi tarafı var garanti. kitliyo insanı. izlettirdikçe izlettiriyo kendini.) dünden kırıklık ve tek burun deliğinden sümük akımı başladı ve çok ciddiye almadım ama bu sabah kalktığımda kafam beton kalıbı kıvamını aldığında bu hale geleceğimi kestirebilmem gerekirdi. kestiremedim.

daha öğlen olmadan baktım başımı omuzlarım üzerinde taşımakta güçlük çekiyorum reyize mail attım remote çalışsam olur mu diye, hakkaniyetli bir adam olduğundan ya da zerre sallamadığından olur dedi de eve geldim. çalışabilmek namümkün. kitap okuyayım da az kendime geleyim dedim. bukowski bitti. kadınlar. sevmedim. hatta bukowski yasaklansın. adamlar okuyup okuyo özeniyo sonra uğraşıp duruyoruz. bankacısın sen dostum, ya da öğretmen ya da mühendis. en okumadım diyeninin içinde bile minicik bir bukowski yatıyor. olmaz dostum olmaz. hele bu topraklarda hiç olmaz. linç ederler adamı da parçan kalmaz. evini yurdunu bil insanı hasta etme.

neyse ki farilyanın dünyasında güzel şeyler de oluyor. dünyanın en tatlı aborjin bozması adamı avustralyalardan kalkmış da gelmiş, bir de sanki benim içime doğmuş geldiği, mail atacak zamanı bulmuşum tam. hatta bulmamışım cuk diye oturtmuşum. birkaç cümlesiyle beni nasıl da mutlu etti, çok yaşasın.

şimdi dokuz dakika yirmidört saniye boyunca gözlerimizi kapatıp düşünüyoruz, düşünüyoruz ve düşüyoruz. hadi öptüm.

1 Mayıs 2012 Salı

elimden gelse de şaşıfelek çıkmazı'na taşınsam. aysel'le reçel filan yaparız.
insanları konuşmaya teşvik etmeden önce benim dinlemeyi öğrenmem gerekiyo. keşke ağzım bir torba olsa da arada büzsem. sanki içimde yaşayan küçük bi kadın var. bakınca aynı ben ama benden başka. beni kepaze etmek için elinden geleni yapıyo. ne zaman birşeyi çok güzel yapmak üzere olsam gelip hakimiyeti ele geçiriyo ve diyo ki "hayır küçük hanım, buraya kadar emek etmiş ve biraz da başarmış olabilirsin ama birazdan ben herşeyin içine öyle bi sıçıcam ki aklın durucak." dediğini de yapıyo. zerre diğerleri gibi düşünmezken, aynı diğerleri gibi konuşmamın başka bi açıklaması olamaz. diğerlerinden olmaktan korkuyorum.

taze ceviz yemeyi bilen ve uzun uzun beni dinleyebilen bir erkek bulursam, biz evleniriz. yoksa ben inciri soyup yemişim o kabuğuyla ne farkeder ki.

everything is coming up roses öyle mi dayı. hassktir.

30 Nisan 2012 Pazartesi

Black - Everything's Coming Up Roses



bu da benim yaşımdan büyük ve güzel. tüm bu şarkılardan önce yaşamış da olabilirdik. neyse ki öyle değil.
böyle huylarım yoktur ama yaptım. yaptırdı. birgün aklımdan silinme ihtimaline karşılık, bir şekilde bir yerlerde kalmalı bu şiir. iyi demişsin behramoğlu, çok iyi.

Gözlerimiz birbirine göre 

Ellerimiz, dudaklarımız
Ve aşk bize göredir

Gece tam aşka göre
Rüzgar geceye göre
Ve yağmur rüzgara göredir


Öpüşmelerimiz yağmura göre
Odamız öpüşlerimize göre
Ve dünya odamıza göredir

Ve biz dünyaya göreyiz.


hala çalışıyorum filan. ara ara zihnim bulanıyo. bugün de biter. hangisi bitmedi ki, bu bitmesin.

26 Nisan 2012 Perşembe

Lily Allen - Littlest Things



dreams dreams.

böyle cuk olan şarkılar sanki birer küçük mucize. adamlar her yaşanmışlık, birçok yaşanamamışlık ve tonla yarım kalmışlık için türlü türlü şarkı yapmış, aç aç dinle. mis.

24 Nisan 2012 Salı

bugün o kadar tatlı bir ev kadını oldum ki. işten dönerken markete uğradım alışveriş yaptım. kabak, taze fasulye falan aldım. taze nane bile aldım. peynir alırken tadına bakmamazlık etmedim. ev kadınları öyle yapar çünkü. peynirimin tadım testinden geçmesi öncelikli şarttır. eve geldim poşetleri boşalttım. çözülsün diye sabahtan çıkardığım tavuklar çözülmüş, haşlansınlar diye tencereye koydum. tavukları kızartmadan önce haşlarsan içinin pişmesi en kolay olur. marulları yaprak yaprak ayırdım, sirkeli suya yatırdım ki börtüsü böceği ayrılsın. bu sefer gözle görünen böcek çıkmadı içinden. öyle olduğunda tüm hevesim kaçıyo. kendime kahve yaptım. yaktım bir sigara. işten gelmişimve yorgunum, boru mu? değil.

tavuklar haşlandı, böcekler marulları terketti. marul yapraklarını bıçakla kesme, elinle doğra ki vitamini kaçmasın. ben öyle yapıyorum. hem de vıcık vıcık sulanmıyo. taze nane kopardım üç beş onları da attım üstüne. çok sevmem ama gaza gelmişlikle bir küçük domates doğradım üzerine. limon ya da sirke arasında fark göremediğimden, gelecekteki kocamla bu konuda kavga etmeyecek olmamız beni sevindiriyor. o hangisini isterse onu koyarız sosa. tavuklar haşlanmıştı di mi az evvel. birazcık kızarttım tavada. çok kızarmalarına gerek yok. haşlanmış tavuk cıvıklığını üzerinlerinden atsınlar yeter. bu sırada arkada ufaktan müzik çalıyo. müziksiz olmaz. asla olmaz. işten gelmiş kadın yemek hazırlarken müzik eksikse, o kadının kolu kanadı bir parça kırıktır hep. tavuklar kızarırken üstümü değiştirdim. kalp desenli polar çoraplarım var. onları da giydim. havalar ısınmadı daha, kaloriferleri de yakmıyolar. nası olduğunu anlamadan hasta olurum ben hep. sonra bir sigara daha yaktım. sigarayı bırakmak için elimden geleni yapacağıma söz veriyorum. bu yalan gibi oldu gerçi ama azaltabilirim.

geçtiğimiz yaz, bodrum'da bir arkadaşımın yazlığında yine o arkadaşımın azıcık da hoşlandığım kuzeni, üzerinde çiçekli basma elbisesiyle bulaşıkları yıkadıktan sonra kahve yapıp verandaya getiren bana "sen ne güzel bi ev kadını oldun öyle" dediğinde "ya ya sorma, çocukları da ancak uyuttum ehe mehe" demeseydim keşke. azıcık kırıt di mi kütük kadın. hiç olmadı bi utanmış gibi yap, bi gülümse bi yüzünü kızart! ayrıca "belki de evlilik arifesindeyizdir, kim bilir" diyen adama "yaa bi yürü git dayı allasen" denmez. yalan söylediğini bilsen de denmez.

ben mutfakta tüm bunları düşünüp yemek hazırlarken, tek eksiğim salonda oturan (mutfağa gelip bana sarılması tercihimdir ama salonda oturanından da olsa olur) bir adamdı. olmadı. oturdum hazırladığım yemeği yedim. hepsini de yiyemedim tabağımdakilerin. bi canım sıkıldı şu yalnızlık durumuna. hoop yaktım bir sigara daha. yemişim salonda oturan adamı, bana birşey olmasın.


bu arada binbeşyüzü salona taşıdım. üç ayda falan bitmesini umuyorum. sen mi büyüksün, ben mi gustave? şu adam şu kızı bir öpse de rahatlasam.

dinleyen bir daha dinliyor.

23 Nisan 2012 Pazartesi

bu şarkıyı üç kuruşluk ispanyolcamla öyle bir söylüyorum ki ben bile şaşıyorum kendime.

umut her zaman vardır. olmaya devam etmelidir.

şimdi gidip kendime türk kahvesi yapıcam. iyiyim bu konuda. im the master of turkish traditional coffee.

sigara azalmalı.
böyle güzel günlerin kıymetini bilmek lazım. dün, güzel gündü. gerçekten. basit, sıradan olması gerektiği gibi ama güzel.
sabahın köründe uyanmak kanıma dokunsa da, pazar sabahı kadıköy iskele güzel oluyomuş. bunu gördüm ya, uyanmaya çalışırken çektiğim acıları süpürdü götürdü. vapur sence de en güzel toplu taşıma aracı değil mi? ve karaköy istanbul'un en güzel yerlerinden biri. tünel 137 yaşındaymış bu arada. daha genç gösteriyo.


gittiğim kursa bir baba kızıyla beraber geliyor. kız büyük sayılmaz. onüç taş çatlasın. adam aslında italyanca biliyormuş bir parça ama kızı için geliyor. kızına destek olmak için, yanında olmak için, onunla paylaşmak için. pazar sabahı uyumayı tercih etmek yerine, erenköy'den tepebaşı'na geliyor. başka zamanlarda başka yerlerde de kızlarına iyi davranan babalara denk geliyorum. kızlarına iyi davranan babalar gördüğümde içime ne oluyor, o içim nasıl oluyor bilmiyorum. ne demişti perihan mağden: "'babasız kızlara çok güveniyorum ben, onlar nasıl çocukken babalarının karşısında kırıtıp sırıtmadılarsa hayata karşı da kırıtıp sırıtacak halleri yoktur." böyle de olmuyor ama perihan. kırıtıp sırıtmayı öğrenemedik de ne oldu, bak yalnız olan biziz.


dün kurs dönüşü yürüdüm biraz istiklal'de. kiliseye gittim. mum yakıp bir sürü olur olmaz şey istedim. aklıma ne gelirse istedim. kilisenin insanı yoğunlaştıran bi durumu var. inandığımdan değil ama sanki orda istersem olacakmış gibi geliyor her defasında. yüksek tavan, mumlar ve loş ışık sanırım bunu hissettiren. gerçi bugüne kadar olduğu görülmedi ama şaşırmayı umuyorum bu sefer. ve bir sonraki seferde. sonra da bir sonrakinde.


insanlarla iletişim kurmanın bir matematiği olduğuna hala inanmak istemiyorum ama ne yazık ki var. kadınsan, özellikle erkeklerle kurulan iletişimde. hayatımın hiçbir döneminde bu dengeyi kuramadım. kaş yaparken göz çıkarma sanırım benimkisi. hemen akabinde de sıçtığını sıvama. düşünüyorum, diğerlerine hak vermeye çalışıyorum ama yüreğime sindiremiyorum bir türlü. dilediğimizi dilediğimiz anda söyleyemeyeceksek toptan susalım o zaman. minik algoritmik hesaplamalarla ve saçma sapan stratejilerle konuşursak nerde kaldı bizim duygularımız. benim seksendisiti kızlarına anlattığımda arasıra adamlarla kurduğum diyalogları, önce dehşete düşmüş sonra da büyük umutsuzluk taşıyan gözlerle bakıyorlar yüzüme. biz bu kıza hiçbir şey öğretemedik bu zamana kadar der gibi. ben sadece söylemek istediğimi söylemek istediğim zamanda söylüyorum aslında. ama burda işler böyle yürümez ve biz burda yabancıları sevmeyiz. şimdi kasabayı terket.


dün göztepe'de herşeyin ucuz ve olabilecek maksimum kalitesizlikte olduğu kocaman bir züccaciyeye girdim. insan böyle bir yere dolaşmaya giriyorsa gerçekten kafasını boşaltmaya ihtiyacı vardır. kocaman diyorum çünkü gerçekten kocaman. girmişken yılbaşından beri yerinde yeller esen tirbuşonun yerine yenisini koyayım dedim. hepsi birbirinden dandikti ama öyle böyle değil gerçekten dandik. zaten öyle bir yer ki bu dükkan, sen raflar arasında dolaşırken arkadandaki rafın arasından küçük bir çinli sana seslense şaşırmazsın. sonra kendime bir çift türk kahvesi fincanı aldım. çift halinde satılan şeylerin bende yeri ayrı. dünyanın en çirkin ama bir yandan da çirkinliğiyle insanı en etkileyen fincan takımı bu. alabildiğine meydinçayna ve gerçekten retro. yandaki resimde gördüğün sevgililerim işte onlar ve fincanın içindeki abla biraz ürkütücü. uslu bir çocuk olup kahveni bitirmezsen, seni ona veririm. zaten kahve içen çocuklar kararmaz, yalan.



şimdi ayrılıyorum burdan, çünkü çamaşırların yıkandığını haber veren zil çaldı. asmak lazım. sonra tekrar gelirim. bugün çamaşır yıkama günü ve temizlik yapma ve yazma ve dinleme ve kendimi dinlendirme. belki terkettiğim gustav'a bile geri dönerim.


adios querida.








19 Nisan 2012 Perşembe

merhaba,

biz her sabah arabasını karfur un dev açık otoparkına parkedip laptop taşıyarak ofislerine yürüyen insanlarız. bu yüzden bir omzumuz, yere diğerinden daha yakındır .

gün içinde yapması gereken işler hemen hemen belli olan insanlarız biz. yemek yemesi gereken saat belli olan insanların alt kümesi de denilebilir. şeker hastaları da bizim gibi mesela.

birimizden biri "yoğun çalışıyorum" cümlesini ağzına almayagörsün, ondan daha yoğun çalıştığımızı kanıtlamak için kan dökülür o ortamda. zaman zaman aramızda böyle anlaşmazlıklar çıkıyor ama halledilir şeyler bunlar. biz iyi bir ekibiz.

gün içinde kendimize kalan birkaç saatte hayatı yakalamaya çalışan insanlarız ve bunu birçoğumuz başaramıyor aslında. çünkü dizi izlemek, ya da sosyal ağda kendini kaybetmek hayatı yakalamaya pek benzemiyor, inan.

bazen nefes almaya ihtiyaç duyan ve hayallerine excel dosyaları arasında yer açmak isteyen insanlarız.



dün ofisten eve dönerken çok fazla yağmur yağıyordu. bir ara bulutların arasından güneş alabildiğine kendini gösterdi ama küçük bir delikten gibi düşün. yağmur tam gaz devam. oldukça ruhani bir andı o birkaç dakika. tam da o sırada radyoda have you ever seen the rain çalmaya başlasaydı, yukardakinin varlığına imzamı atabilirdim. yanımda olup da görseydin, sen de böyle düşünürdün.

18 Nisan 2012 Çarşamba

raffi sorar.

neden italyanca öğrenmek istiyorsunuz?

cevaplar.

italyanca konuşmayı seviyorum (sınıfın yarısından fazlası)
işim için (yarısına yakını)
italya da yaşamak istiyorum (bu benim. amaç farklı bir cümle kurup raffi nin gözüne girmek ve bu cümlenin italyancası inan çok havalı.)

ve yanımda oturan altmışına merdiven dayamış adam tüm sınıfı gözünü kırpmadan göt eder.

dante yi okumak ve anlamak istiyorum.

peki dayı dedim. içimden.

16 Nisan 2012 Pazartesi

bir robotum olsa adını EVA 712 koysam. jetsons ı jetgiller diye çeviren beyni öperim.

sen de çok üzdün insanı. yeter artık jj, it hurts me so. böyle ses olmaz olsun. bu şarkılar burdan oraya yol olsun.

ciao signor.

15 Nisan 2012 Pazar

çok ciddiye almayacaksın arkadaş. erkeklerde böyle bir sendrom var. çok ciddiye alınınca kendini hint kumaşı sanma sendromu. tedavisi yok. XY de ki Y geniyle geçiyo ve emin olun garanti geçiyo. geçmemiş olanına rastlamadım desem yeri. insan çokça şarap içince hiç durakmsamadan yazabiliyor. hiç duraksamadan yazmak önemli. işte tam da o zaman, yazmak istediklerini yazabilir insan. halbuki nedir arkadaş, nedir? halini soran insana iki kelam etmek ne kadar zordur? yazsan ne olur da, yazmaktan gocunursun? taktı bu kız bana mı dersin? taktım arkadaş taktım. var mı? bak ne çok soru ne çok soru işareti var. soru işaretleri iyi değildir. ama çok açık olmak da karşındakini üzebilir. ben senin içindekini biliyorum arkadaş, üzme kendini. yorma kendini. sadece muhabbet et. senden fazlası istenmiyo zaten. yoksa sen kimsin ki senden fazlası istensin ve istenebilme ihtimali düşünülsün. yok daha neler.

saçını kızıla boyadıktan sonra duş alırken kendini bathory gibi hisseden tüm kadınlara kadeh kaldırıyorum.

12 Nisan 2012 Perşembe

Birsen Tezer - Balıkesir




sesi böylesine güzel kadınlar da var. ben onlardan değilim.

bir insan sevdiği için gider zaten. yoksa sevmediğimle işim olmaz.

8 Nisan 2012 Pazar

Iggy Pop/Goran Bregovic - In the Death Car



yaşıyoruz.
ben sevgili bir kulmuşum, yoksa neden bugün arabanın yağını kontrol ettirmek isteyeyim de, kaputu açan mandala elimi atarken ordan parlasın gözüme. aranılan ve özlenilen yüzük bulundu. cevaplandırılamayan soruysa o yüzüğün oraya nasıl düştüğüydü.

temmuz ortasında morrissey geliyormuş dediler. gidebilmeyi diliyorum. çok diliyorum hem de. bu sefer yalnız olmasam daha iyi ama.

driving in your car, please dont drop me home diye kime şarkı söylerim bu billur sesimle. adama deli demezler mi?

27 Mart 2012 Salı

bugün en sevdiğim yüzüklerimden birini kaybettim. benim yüzüklerim çok kıymetlidir. bilezikti, kolyeydi işim olmaz. küpelerim eh işte ama yüzüklerim çok güzellerdir de. ama bir tanesi var ki en kıymetlilerinden di. şu sıralarki ulvi görevim toplantı notu tutmak. junior sap danışmanıysan bol bol toplantı notu tutarsın. tıkır tıkır yazarken bir baktım ki elim boş. kaynar sular. koşarak uzaklaştım toplantıdan, tuvalete bakmaya. ellerimi yıkarken yüzüğümü çıkarmak gibi bir alışkanlığım vardır. bir umut. baktım yok. belki dedim öyle çıkarıp koymuşumdur yakınıma bi yere. döndüm toplanmışların yanına. masaya bakındım. yok yok. ceplerimde yok, çantamda yok. döne döne aradım. yok.

eşyalarımın kıymeti yoktur. kendiliğimden bağlanmam. bağlandıysam sebebi vardır. belki sevgili bir kulumdur, önce kaybettirmiştir ki buldurup sevindirsin.

elinde ne var senin?
yüzük

koysana şunu oraya, takıldı durdu.

25 Mart 2012 Pazar

dün akşam emektar desktop bilgisayarımı açtım. ilmek ilmek işlediğim müzik arşivimin çok büyük bir kısmı onda. bir bakayım dedim ne var ne yok. zamanında sibel can dan aykırı çiçek diye bir şarkı edinmişim. hangi ruh hali bana bunu yaptırdı bilmiyorum ama insan çok umutsuz olunca aykırı çiçek diye bir şarkı dinleyebiliyor demek ki. şarkıya değil aslında lafım, neticede at gözlüklerimizi bir kenara bırakmalıyız söz konusu müzik olunca ama o kadını bir türlü sevemedim. samimi değil bir kere. samimiyet çok önemlidir.

yine dün akşama yakın saatlerde ama tam akşam olmamış bir vakitte ve henüz aykırı çiçek ile yüzleşmemiş halimle dışarı çıktım. bir baktım ki bahar gelmiş. ince hırkayla yürüyüşe çıkma zamanı gelmiş. böyle çiçekli ağaçlar, havada bilindik bahar kokusu. bir de birşey farkettim ki içim bir büzüldü sanki. ben hiç anlamamışım baharın geldiğini. önceden bilirdik, beklerdik. umarım bu durum aşırı kıştan aşırı bahara aniden geçtiğimiz içindir. eğer ben büyüdüğüm içinse kötü çünkü.

çocukken çok büyük adam olacağımızı söylerler ama yalan o.

az önce kardeşten yakımına "var ya şarkıcı çelik ölse hiç üzülmem, umrumda olmaz" dedim. epey güldük. sonra hercai söyledik. tonlama ve müzik kulağı mühim hercai söyleniyorsa.

çok sigara içiyorum. ne güzel azalmıştı. oysa ki şu sıra asfalt yol geçiyor ciğerlerimden. duble.

bu pazar da bitti. F16 mı acaba gerçekten haftalar?

bir de submarine çok güzel film.